24 Ağustos 2015 Pazartesi

“KADİM DOĞRULAR İKTİDAR MUHALEFET AYRIMI TANIMAZ”

Alev Alatlı- Mehmet Hakan Kekeç söyleşisi
STAR gazetesi, 23 Temmuz 2015, (özgün tam metin)*

-Siyasette ‘sivilleşmeden’ konuşuyoruz, bedeli de ödeniyor. Acaba benzer süreç sanatta da mı yaşanıyor? Sanatın merkezden çevreye yayılması, bir ayrıcalık aracı olmaktan çıkması; bedel olarak mahalle baskısını mı getiriyor?
Önce şunu söyleyeyim. Bu “sivilleşme” kelimesinden ben oldum olası haz etmiyorum! Askeri darbelere çakmak için icat edildiydi, gelin görün, serbestleşme, özgürleşme, çoğulculuk, ademi merkeziyetçilik gibi farklı kavramları barındıran bir torba kelime oldu çıktı! Ne mahzuru var diye soracaksınız, mahzuru, meselelerin adını doğru koymamızı zorlaştırıyor olması! Şimdi, kelimeyi “serbestleşmek” anlamında kullanıyorsak ve varsa bir serbestleşen, onun “sanat” değil, olsa olsa “sanatçı” olduğunu söylerim. Olsa olsa” nitelemesine de mim koyun, lütfen.
- Ne demektir sanatçının serbestleşmesi?
Sanatçının serbestleşmesinden murat, sanatını “icra” ederkenki özgürlüğüdür. Ressam ise, resmetmek istediği objeyi ya da temayı, veyahut kullanmak istediği tekniği seçmekte özgür müdür? Yazar ise, içinden geleni yazmakta özgür müdür? Müzisyen ise sazını, efendim, icra edeceği eseri seçmekte ve yorumlamakta özgür müdür? Yönetmen sahneye koyacağı oyunu, rejisör filme çekeceği senaryoyu seçmekte özgür müdür? Sanattan bahsediyorsak, tartışma konuları bunlar olmalıdır. Sanatçının içrek özgürlüğünden, otosansür eğilimlerine, açık ya da örtülü yasaklara, eserinin beğenilmeme, kınanma korkusuna kadar, türlü faktörlerin irdelenmesini gerektirir.
- Sanatın merkezden çevreye yayılması, dedim ilk soruda. Ama sanırım bu ifade de tanıma muhtaç?
Öte yandan, “sanatta merkez” ancak üstün yeteneklerin sanata standart getirdiği bir kurumun varlığı söz konusu ise anlamlı olabilir. Örneğin, bir Bolşoy, balede performans standartı koyar. Balerinlerin maaşlarını devlet ödediği için değil, bir Anna Pavlova yetiştirdiği için merkezdir.Yada, La Scala, Leyla Gencer’i dünyaya kabul ettirebildiği için merkezdir. Bu bağlamda onlarca merkezden söz edebiliriz. Bize gelince, Cumhuriyet’le birlikte halkın aşina olmadığı sanat türleriyle tanışmasını sağlayacak bir dizi girişim yapıldı. Devlet opera ve balesi, devlet filarmoni orkestrası, şehir tiyatroları, belediye kültür sanat birimleri, konservatuarlar, halkevleri bu kapsamdadır. Bunlar “merkez” olabildiler mi? Tiyatroyu alalım, devlet tiyatrosu merkez olabildi mi? Kısmen oldu elbette, hatta konservatuar mezunu olmanın belirli bir ayrıcalığı vardır ve olmalıdır da. Mamafih, boynuzun kulağı geçmesi de pek uzun sürmedi. Yanılmıyorsam devlet tiyatrosundan ilk atan sürgünlerden birisi AST’tır. 1963’de kurulduydu. Daha niceleri var. Buradan baktığımızda, devlet girişiminin sadece tiyatroya değil, Türk sinemasına da oyuncu takviyesi yaptığını görebiliyoruz.
SANATÇILIK AYRICALIK DEĞİLDİR
Bununla beraber, “sanat”ın bir ayrıcalık olduğuna katılmıyorum. Özel bir yetenek gerektirir, doğru, ama meselâ matematik de özel yetenek gerektirir, cerrahi de öyle. “Ayrıcalık” ancak işinizde kolay kolay ikame edilemeyecek kadar iyi iseniz, kitlelerin teveccühünü kazanabiliyorsanız söz konusudur. Siz istediğiniz kadar destekleyin, meğer ki, kişinin içinde olsun, topluma bir İdil Biret, bir Cüneyt Gökçer kazandıramazsınız. Diyeceğim, devlet eliyle “ayrıcalık” olmaz, “kayırmacılık” olur. Onu da “sanatçı” kendisine yediremez. Sanatçı “ayrıcalık”ını yürek gücüyle kendi kazanandır.
SANATÇININ ÖDEDİĞİ ‘BEDEL’ YALNIZLIĞIDIR
Gelelim “bedel” konusuna, sanatçının ödediği “bedel” yalnızlığıdır. Bakın, sanatın olmazsa olmaz şartı özgünlüktür. Neşet Ertaş’ı, Nazım Hikmet’i, Niyazi Sayın’ı düşünün. Sanatçı, bırakın mahalle baskısına boyun eğmeyi, gelir geçer toplumsal yargılara, hatta zamanın ruhuna bayrak açacaktır. Özgünlüğünü yitiren sanatçı, sıradanlaşır. Sanatçı olmaktan çıkar, başka bir şeye evrilir. “Başka bir şey” dediğim, ticarettir, siyasettir, memuriyettir. Sanatçı, sanatçıya sanat adına karşı çıkıyorsa itirazı anlamlıdır. Gerisi, galiz olduğu kadar da sıradan sokak kavgası.
Sivil ya da vesayet yolu ile kurulmuş olsun, sanatçı için bütün iktidarlar ‘bir’ mi olmalıdır, yani tüm iktidarlara kategorik olarak düşman m olmalıdır sanatçı?
Az önce söylemeye çalıştığım gibi, sanatçının “iktidar”dan anladığı, işini bildiği gibi yapmasını engelleyen erktir. Bu erk herşeyden önce sanatın içinden, az önce konuştuğumuz “merkez”lerden çıkar. Bir an, ressam olduğunuzu düşünün. Diyelim meselenizi empresyonist tarzda resmetmek istiyorsunuz. En çetin muhalifleriniz klasik tarzı benimseyen meslektaşlarınız olacaktır. Siyasi iktidar ille de empresyonizme karşı tavır alacak ve dolayısıyla sizi kendisine düşman edecek diye bir şey yoktur. Düşünün ki, klasik batı müziği Türkiye’de ilk kez Cumhuriyet iktidarları döneminde revaç gördü. O dönemde de mutsuz çellocular vardı ama öfkeleri siyasi iktidara değil, yetersiz buldukları orkestra arkadaşlarınaydı. İnönü’nün huzurunda çello çaldı diye hakarete uğrayan müzisyen duyulmamıştır!
- Bu kadar ‘sivilleşme’ deyince Ece Ayhan geldi aklıma. Ne diyordu Ece Ayhan, o günden bugüne baktığımızda nasıl algılamalıyız Ece Ayhan’ı?
Ece Ayhan’ı bu sorunuza cevap verebilecek kadar iyi tanımıyorum, maalesef.
-Türkiye’de bir ‘sanatçı/kültürel iktidar’ olduğuna katılır mısınız? Son zamanlarda çok konuşuluyor: Kültürel iktidar. İçersinde ‘kültürel’ ifadesi barındırması duyuyu okşuyor ama bir yandan ‘öteki’ye ‘köpek’ diyebilen bir ‘paçozlaşma’ durumu galiba bu?
Dünyanın her ülkesinde, zamanın ruhu doğrultusunda kâh güçlenen, kâh zayıflayan, nitelik değiştiren, “sanatçı/kültürel” elit, dilerseniz, iktidar vardır. Bir dönem Pink Floyd ve uzantıları iktidardadır, bir dönem Madonna ve uzantıları. Bir dönem, Köy Enstitüleri merkezli edebiyatçılar, bir dönem, toprağı bol olsun, Metin Kaçan ekolü. “İktidar” olmuşlukları, belirli bir dönem için dahi olsa toplumda karşılık buluyor olmalarından geçer. Öte yandan, bence “kültürel” kelimesine kutsallık atfetmenin de anlamı yoktur, Hakan bey. Kültürün resmisi olur, halkçısı olur, ecnebisi olur, alt kültür, üst kültür olur, İslamisi olur, seküleri olur. Ha, şimdi, iş küfürleşmeye gidiyorsa, onu küfredenin tıynetsizliğinde aramak gerekir. Düşünün ki, “sanatçı” tanımı icabı siyah-beyaz, dost-düşman, 0/1 kafalı biri değildir. Bedbaht bir tinerci ile aynı konuşma tarzını benimseyen, ağzını açtığında mahalle kabadayısını aratmayan tipoloji zaten sanatçı değil, bir başka sefildir.
- Söz konusu Türkiye olduğunda sanırım bir konuda farklı düşünmek gerekiyor, o da şu: Türkiye’nin ‘aydın’ sınıfını resmi ideoloji oluşturdu. Bu sınıf Özal’a “gel beraber intihar edelim” derken bu cömert teklifi Evren’den, vesayetçilerden esirgedi. Türkiye’nin bir ‘aydın imtihanı’ yaşadığını düşünüyor musunuz?
İsterseniz, Türkiye’nin ‘aydın’ sınıfını resmi ideoloji oluşturdu demeyelim de, Tanzimat’la başlayan/başlatılan, Batılılaşma sürecini içine sindiremeyenler olduğu gibi, şevkle benimseyenler de oldu diyelim. Bu ikinci grubun Avrupa ve ABD’de odaklanması, öykünmesi teşvik edilmişti, nitekim öyle de oldu. Bunların aralarındaki göreceli olarak daha iyi okumuş yazmış olanlara “aydın” sıfatı yakıştırıldı, “münevver” kelimesi muhafazakârlara tahsisli kaldı.Buraya kadar böyle. Gelelim, Özal’a, bakın, ben şahsen yaşadım, Türkiye’de, Özal’a “gel beraber intihar edelim” diyen “aydın” olmadı! Tam tersine, rahmetli hayattayken, duymadığı hakaret, atılmadık iftira kalmadı, buna eşinin lezbiyen olduğu imaları dahil! Bir gün fırsatınız olursa, dönemin karikatürlerine bakın, ne denli aşağılık, ne denli rezil, acımasız bir muhalefete maruz kaldığını görürsünüz. Özal’dan ne istediler diye soracak olursanız, rahmetlinin lâkabı daha DPT müsteşarıyken “takunyalı”ya çıkmıştı. Yok, DPT koridorların ellerinde ibrikle dolaşırlarmış da, yok feşmekân daire başkanının odası boşaltılmış, mescide dönüştürülmüş falan filân. Beştepe külliyesindeki altın klosetler gıybetinin bin beteri! Herneyse, rahmetlinin mütedeyyin olması dışlanmasına yettiydi. Evren’e gelince, orada, “vur abalıya!” sendromu işledi. Müdahaleyi azmettiren “siviller” baştacı edilir, vefatlarında bayraklar indirilirken, Evren, trajedinin yegâne sorumluymuşçasına, yapayalnız gömüldü. Bakmayan siz, rahmetli Tahsinkaya’ya atılan iftira da, Balyoz rezaletini aramaz. Hani diyorsunuz ya, “aydın imtihanı,” boşverin. Bu, “aydın”lar kadar necip halkımızın da imtihanıydı ve maalesef, ne denli bir soysuzlaşmanın eşiğinde olduğumuzu bir kez daha yüzümüze vurdu! Bakın, altı yüz subayın intiharından bahsediliyor, ve kimseden gık çıkmıyor!
- Sivil irade neticesi de olsa; Erdoğan içeride bir ‘iktidar’ figürüyken dışarıda BM, IMF, NATO gibi kurumlarla çatışan bir muhalif. Bu ayrımı nasıl yapacağız, ‘iktidar – muhalif’ okumalarını salt yerel olana sıkıştırmak ne kadar doğru?
Bakın ben bazen aklî melekelerimizi toptan yitirdiğimizi filân düşünüyorum! Allah aşkınıza, “iktidar” olmak suç mudur?! Ya da “muhalefet” olmanın saygınlığı/arzu edilirliği nereden ileri gelir?! Kadim doğrular, “iktidar-muhalefet okumaları” dediğiniz etkinler üzerinden yorumlanmazlar Hakan bey! “Doğru” söyleyene göre “doğru” olmaz! Meğer ki, kafanız karışık olsun, siz kendiniz doğruyu yanlıştan ayıramayacak halde olun, siyasi iktidar ya da siyasi muhalefet, her kim dillendirirse dillendirmiş olsun, “doğru”yu teslim etmek durumundasınız.Meğer ki, Filistinlilere reva görülen zulmü “oh, olsun pis Araplar” diye karşılıyor olasınız, Tayyip Beyin “one munite” çıkışını onurlandıracaksınız! Meğer ki, dünyanın beş süper güç tarafından parsellenmesini “doğru” sayın, “Dünya beşten büyüktür” tesbitini alkışlayacaksınız! Aksi, hamakat değilse, sahtekâlıktır! Gayri alın hamakatı, vurun sahtekârlığa!
- Aslında şöyle bir tehlike içersindeyiz: Sanatçılara işlerinden çok siyasi sorular soruyoruz. Sabit fikirlerimizi sanatçılara sürekli onaylatma derdindeyiz sanki? Ya da sanatçı mı eksik kalıyor bu noktada, nedir düşünceniz?
Vallahi, eğer gözleminizde yanılmıyorsanız vay halimize! Mamafih, Fatma Girik hanımı Şişli’ye belediye başkanı da yapmışlığımız vardır bizim! Kadıncağızı aday gösterene mi yazıklanırsınız, oy verene mi, Şişli’nin hali pür mealine mi? Nihayet, Fatma hanım oraya silâh zoruyla oturmadı, seçimle geldi! Layık olduğunuz yönetimle yönetiliyorsunuz vesselâm. Bakın, işin özünde galiba bizim “her işi yaparım, abi” yetersizliğimiz yatıyor. Ne bizim sanatçının sanatına ilişkin anlamlı soru soracak müktesebatımız var, ne de sanatçının “ben anlamam kardeşim” diyebilecek öz güveni.
- ‘Beyaz Türkler’i sormak istiyorum. Küstüler ve sonunda sanırım HDP’li oldular. Nedir ‘beyaz Türkler’i ve sanatçıların bir çoğunu Kürt siyasi hareketiyle buluşturan?
Yok, HDP’li filân olmadılar. Papaza kızıp, oruç bozdular ki, bu atar ergen tavrını biz daha önce de yaşadık. Bedrettin Dalan ki, İstanbul’un gelmiş geçmiş en iyi belediye başkanlarından birisiydi, Özal’a kızdığı için İstanbul’lu oyunu çekti, Nurettin Sözen’e verdi! Sonra da dört yıl o seçiminin ceremesini çektik. Akmayan sular, toplanmayan çöpler, v. vs. Aklı başa toplamayınca böyle oluyor. Yoksa, Kürtlere bayıldıklarından değil. Hamiş: Bayılmış olsalardı zaten işler bu hale gelmezdi. Bir de sorun bakalım, Beyoğlu’nu “işgal eden” Suriyeliler hakkında ne düşünüyorlar.
- HDP hakkında ne düşünüyorsunuz? Bir yandan (Batı’da) kucaklaşma, 21. yy değerleri derken; öte yandan (Doğu’da) 20.yy’ın ilk çeyreğini anımsatan ulusçu/sağcı söylemlere hapsoluyor. Kafanızı karıştırıyor mu bu durum?
Ben, “Valla, Kurda Yedirdin Beni”nin yazarıyım, Hakan bey, bu filmi yirmi beş önce gördüm ve kaydettim. O bakımdan kafam öyle kolay karışmaz. Kaldı ki, 21.yüzyıl değerleri dediğiniz, yirmi beş yıl öncesinin sol söylemidir. Ulusçu söylem diye nitelendirdikleriniz için de, TİP bildirgelerine bakacaksınız. Özgür Gündem arşivine girin. Mehdi Zana gibi dönemin kamuoyu önderlerinin konuşmalarını okuyun. Sağcı söylem istiyorsanız, Ahmet Türk’ün müktesebatını gözden geçirin. Hasılı, tarih sıçrama yapmıyor, bugünden yarına değişmiyor.
- Kılıçdaroğlu % 60’lık kutuptan bahsetti. Bu karşıtlık üzerine kurulmuş bir hareket(sizleştirme) çabası mı?
Son tahlilde öyle. Gerçekçi bir toplumsal değerlendirmeye Kılıçdaroğlu’nun donanımı müsait değil. Daha da acıklı olan, alemin gözündeki çöpü görürken, kendi gözündeki merteği fark edemeyecek kadar tutkulu bir tipoloji olması.
DÜŞMANIMIN DÜŞMANI DOSTUMDUR!
- Olmaz denilen odaklar bir araya gelince ister istemez Abdulhamid’e karşı oluşturulmuş kutup geliyor akla. Abdulhamid’ten sonra pek iyi geçinememişlerdi. %60’ın başarılı olduğunu, sistemin ‘Çankaya fanusuna’ yeniden sıkıştığını varsayalım, bir ‘ütopya’ ile mi karşılaşacağız?
Kimsenin bir araya geldiği yok, Hakan bey. Sanıyor musunuz ki, AKP faktörü ortadan kalksa, “odaklar” makul bir ittifak yapabilirler? İran’da Şah’a karşı, Tudeh ile Devrim Muhafızlarının ittifak ettikleri günleri hatırlayın! Bu yaşadığımız da, fevkalâde sıradan bir “düşmanımın düşmanı dostumdur” sendromudur. Abdülhamid’e gelinceye kadar ne ittifaklar vardır. Size Churchill-Stalin-Roosevelt dayanışmasını da hatırlatırım. Yalta konferansından bahsediyorum. Bir de, tabii, Abdülhamid dediğinizde de bir otokrattan bahsediyoruz. Erdoğan, bambaşka koşulların lideridir, isimlerinin bir arada anılması bile zait. “Fanus” lâfzı da gevezelikten ibaret.
- Ne öngörüyorsunuz bundan sonrası için? Bu karşılıklı aşırılıklar /radikalizm kısa vadede çözülecek gibi değil? ‘Filozofları olmayan ülkelerde ağız dalaşı ve tabii paçozluk hâkim olur’ demiştiniz. Asıl sorunumuz bir tartışma ve diyalog ortamı kuramamak mı?
Erken seçim öngörüyorum. Milletin aklını başına toplayacağını, çoluğunun çocuğunun geleceğini ön plana alacağını umuyorum. Bakın, bizimki gibi anı yaşayan, atarlı ergen sendromunun kural olduğu toplumlarda “kutuplaşma” bile uzun ömürlü olmaz. Siz bakmayın, “paçoz” dediğimiz varoluşun tanımlayıcı niteliklerinden birisi de kaypaklıktır. Anlık çıkarını kollayacağı için, bugün fena halde milliyetperverdir, yarın bir bakmışsınız kozmopolit ses vermiş! Gayri, eşref saatinin gelmesini bekleyeceğiz!
(*) Söyleşinin STAR baskısında yer almayan soru ve cevaplar eklenmiştir.

6 Mart 2012 Salı

Her Köyde Bir Deli Var


Hakan Vreskala - Kurdî nizanim

xezala min, delala min,
Ez kurdî nizanim
keca kurdan, jiyana min
Ez te hez dikim

gellek


turk kurt kardes falan degil
ayan beyan sevgilidir
ayiran kalles degil ancak
hayatin tam da kendisidir



sen silvanin corak ovalarinda
ben kordonun arka sokaklarinda
buyutulmusuz bunca zaman
teslim oldum kaderime inan

dinlemem kimseyi
gönlumun eylemi
bir temenni benimki
yasasin halklari

xezala min, delala min,
Ez kurdî nizanim
keca kurda min jiyana min
Ez te hez dikim

gellek



her öpusmemiz daraltacak
irkciya fasiste dunyayi

her sevismemiz yol acacak
yeni bir kozmik isimaya



kudurup köpurseler bile
kece kurdamsin böyle biline
sözleri siwan perwer yazdi
sezen aksu besteledi bu aski


dinlemem kimseyi
gönlumun eylemi
bir temenni benimki
yasasin halklari



xezala min, delala min,
Ez kurdî nizanim
keca, kurdan, jiyana min
Ez te hez dikim

gellek



8 Kasım 2011 Salı

Eski zamanların hatırı sende var mı..


gel dedim | erdem ergün
..
Bir yanım hasret bir yanım gurbet
Ne usanır gönlüm ne senden uzaktır
Gözlerine dalıp kaldım farzet
Sanma sen gitmeden bir kere kapanır
Gözlerim ol bakıp bakıp görmezden geldiğim dünyamı döndür a canım
Sözlerim ol atıp atıp içime ağlayıp sızlayıp vermediğim ol
Gel dedim gel dedim gelmedin yarim
Senden bana fayda yok ağrısın sızısın
Ağladım ağladım ağladım
Yarim yarim diye duymadın sağ olasın
Eski zamanların hatırı sende var mı ki
Etrafında bir yer bulayım
Sen bir ömür böyle sürmez derken
Ben nasıl efkarından huzur bulayım
Gözlerim ol bakıp bakıp görmezden geldiğim dünyamı döndür a canım
Sözlerim ol atıp atıp içime ağlayıp sızlayıp vermediğim ol
Gel dedim gel dedim gelmedin yarim
Senden bana fayda yok ağrısın sızısın
Ağladım ağladım ağladım
Yarim yarim diye duymadın sağ olasın






15 Ekim 2011 Cumartesi

Yoldan korkmuyorum..


Noir Désir Bordeaux'ta, 1985 yılında vokalist Bertrand Cantat, baterist Denis Barthe, gitarist Serge Teyssot-Gay ve basçı Frédéric Vidalenctarafından kuruldu. (Frédéric Vidalenc'in yerini 1996'da Jean-Paul Roy aldı.) Kısa sürede önce Fransa'da, sonra da dünyada ün kazandı. Grup son albümleri Des visages, des figures ile Türk dinleyicisinin ilgisini çekmeyi başardı. Albümde Manu Chao konuk sanatçı olarak katkılarda bulundu, ve sanatçıyla birlikte yaptıkları Le Vent Nous Portera isimli parça dünya çapında pek çok listede başarı sağladı. 2003'te, Bertrand Cantat kız arkadaşı Marie Trintignant ile bir kavga yaşadı. Trintignant bilincini kaybetti ve birkaç gün sonra öldü. Cantat 8 yıl hapis cezasına çarptırıldı. Fransız mahkemesi, hapisteki iyi halini dikkate alarak Cantat’nın erken tahliye edilmesine karar verdi. Fransa Cumhuriyet Savcısı Paul Michel, “Bertrand Cantat’ın tahliyesi 16 Ekim 2007’den itibaren geçerlilik kazanacak” dedi. Cantat, serbest kaldıktan sonra bir yıl boyunca terapi görecek, işlediği suçla ilgili basına açıklama yapamayacak veya şarkı sözü yazamayacak. Erken tahliye kararını memnuniyetle karşılayan Cantat’nın avukatı, müvekkilinin yaşamını yeniden kuracağını ancak bir süre sahneye çıkmayacağını söyledi. Nori Desir'in solist ve gitarist Bertrand Cantat'nın kişiliğinden kaynaklanan sorunlar nedeniyle grubun resmen dağıldığı açıklandı. (2010) Cantat, 2003 yılında Litvanya'nın başkenti Vilnius'ta bir otel odasında kız arkadaşını döverek ölümüne neden olmuş ve 8 yıl hapis cezasına mahkum edilmişti. Dört yıl hapis yattıktan sonra serbest bırakılan Cantat'nın dönüşünün ardından grup yeniden toparlanmaya başlasa da eski performansını yakalayamamıştı. Grup son olarak 2008 yılında Fransa Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy'yi hedef alan single parçasıyla kendinden söz ettirmişti.







Noir Désir - Le Vent Nous Portera


Je n’ai pas peur de la route
Faudrait voir, faut qu’on y goûte
Des méandres au creux des reins
Et tout ira bien là
Le vent nous portera
Ton message à la Grande Ourse
Et la trajectoire de la course
Un instantané de velours
Même s’il ne sert à rien va
Le vent l’emportera
Tout disparaîtra mais
Le vent nous portera
La caresse et la mitraille
Et cette plaie qui nous tiraille
Le palais des autres jours
D’hier et demain
Le vent les portera
Génetique en bandouillère
Des chromosomes dans l’atmosphère
Des taxis pour les galaxies
Et mon tapis volant dis ?
Le vent l’emportera
Tout disparaîtra mais
Le vent nous portera
Ce parfum de nos années mortes
Ce qui peut frapper à ta porte
Infinité de destins
On en pose un et qu’est-ce qu’on en retient?
Le vent l’emportera
Pendant que la marée monte
Et que chacun refait ses comptes
J’emmène au creux de mon ombre
Des poussières de toi
Le vent les portera
Tout disparaîtra mais
Le vent nous portera
Yoldan korkmuyorum
Tadına varmak, görmek gerekecek
Göğüs boşluğunda zikzaklar
Ve herşey iyi olacak
…orada
Rüzgar bizi taşıyacak
Büyük Ayı’ya mesajın
Ve yarışın yörüngesi
Kadifeden, yumuşak kısa bir an
Hiçbir şeye yaramasa da
…git
Rüzgar onu götürecek
Herşey yokolacak ama
Rüzgar bizi taşıyacak
Okşayış ve mermiler
ve bu felaket bizi çekip duran
Başka günlerin sarayı
Dünün ve yarının
Rüzgar onları taşıyacak
Omuzdan geçmiş genetik
Atmosferdeki kromozomlardan
Galaksilere giden taksilerden
Ve benim uçan halım der ki
Rüzgar onu götürecek
Herşey yokolacak ama
Rüzgar bizi taşıyacak
Ölü yıllarımızın bu kokusu
Birgün kapını çalabilir
Kaderlerin sonsuzluğunda
Biri ortaya konur, peki karşılığında ne alıkonur?
Rüzgar onu götürecek
Deniz yükseldiğinde
ve herkes kendi hesabını yaptığında
Gölgemin derinliklerine
Senin tozlarını götüreceğim
Rüzgar onları taşıyacak
Sen yokolacaksın ama
Rüzgar bizi surkleyecek

14 Ekim 2011 Cuma

Bukalemunlara karşı REM duruşu

Telefondaki ses yüksek ihtimalle soruyor: “Neredesin?”… Cevap, “REM konserindeyim. Hani Ooo life is bigger varya, onu söyleyenler…” REM için çok üzücü bir tanımlama olsa da yapacak bir şey yok, ‘Losing My Religion’ böyle bir hit gerçekten de. O gün Kuruçeşme Arena’da 8 bin kişi varsa 4 bin kişinin sadece bu şarkıyı canlı dinlemek için bilet aldığına eminim. Bu yüzden şarkı aralarında birileri mutlaka ‘Losing My Religion’ diye çığırıyordu sahneye doğru. Peki bu şarkıyı çaldılar mı? Çaldılar. Sahnede mandolini görenler ‘Losing My Religion’ın gireceğini hemen anlamıştı ama intro’nun başlamasıyla Kuruçeşme’nin ayakları yerden kesildi. Seyircinin yarısı cep telefonuyla kayıt etti şarkıyı eğlenmek varken… REM çok büyük bir grup. Hem bu kadar büyük olup, hem de dünya meselelerine kafa yorduklarını da biliyoruz. Michael Stipe’ın Bush karşıtı eylemlerde gördük (Sahnede de Obama’yı desteklediğini vurguladı) . Öğrendiğime göre, REM üyelerinin Türkiye’nin politik durumu hakkında da fazlasıyla bilgileri var (Tibet’e Özgürlük diye bağırıp olay yaratan Björk’ün Türkiye hakkında hiçbir fikri yoktu mesela). REM’le ilgili bir belgeselde ‘Up’ albümü çıktığında plak firmalarıyla nasıl çatıştıkları anlatılıyordu. ‘Up’ın çıkış parçası ‘Daysleeper’ olsun, olmasın kavgası çıkmış. Plak firmasını çileden çıkarmış REM. 1980’lerin başında kurulan grup, müzik piyasasının geçirdiği tüm evrimleri yaşasa da, bukalemun gruplar gibi renk değiştirmiyor. Politik duruşları grubun duruşunu da yansıtıyor. SOS İstanbul Projesi olmasaydı REM İstanbul’a gelmezdi mesela. REM’den önceki konser araları, sivil toplum örgütlerinin bilgilendirmesiyle geçti. İlk Ayyuka çıktı sahneye. Erken saatlere denk gelmesi nedeniyle Ayyuka ve Spritualized hak ettiği kalabalığa ulaşamadı. Mor ve Ötesi sahneye çıktığında dolmaya başladı Kuruçeşme Arena. Bu arada SOS İstanbul sayesinde iki büyük grubun daha Türkiye’ye geleceği müjdesini verelim. Üç yıllık anlaşma yapılmış. Çevre bilinci isteyen müzisyenlerle SOS ilgilenecek yani. Hatta REM konserini beklerken yine SOS sayesinde Leman Sam’ın fosil atık dersini dinlemiş olduk (Greenpeace’e tam desteğiz, o ayrı). REM konserine geri dönersek; Michael Stipe sahneyi çok iyi dolduruyor. İnanılmaz güzel dans ediyor. Söylediği şarkıyla bu kadar uyumlu dans edebilir bir müzisyen. Seyirciyle iletişimi de gayet iyiydi. REM, uçan kaçan lazer şovlarına, ışık oyunlarına, barkovizyonlara gerek duymadan çok sade bir sahneyle çok iyi bir performans gösterdi. REM’in büyüklüğü de biraz buradan geliyor, müzik piyasasının boyalı trendlerine kaptırmıyorlar kendilerini; yapılması gerekenler dışında. Politikaysa politika işte… REM, herkesin beklediği bazı şarkıları çalmasa da oldukça tatmin edici bir playlist sundu. ‘Accelerate’ albümünden parçalar söyledi. ‘Supernatural Superserious’, ‘Nightswimming’, ‘Man On the Moon’ ve ‘o şarkı’ ‘Losing My Religion’ gibi şarkılarını söyledi. Her şey aynı çizgide ve belli sadelikteydi. Söylemedikleri şarkılarını söylemek için bir kez daha gelseler keşke…

 MÜJDE YAZICI - RADİKAL



R.E.M.-Losing My Religio

Life is bigger / Hayat daha büyük 
 It's bigger than you  / Senden daha büyük 
 And you are not me/ Ve sen ben degilsin 
 The lengths that I will go to / Gidecegim yollar 
 The distance in your eyes / Gözlerindeki uzaklık 
 Oh no I've said too much / Oh hayır çok fazla konuştum 
 I set it up /  Ayarladım 
 That's me in the corner / Köşedeki benim 
 That's me in the spotlight / Spot ışıgındaki benim 
 Losing my religion /  İnancımı kaybederken 
 Trying to keep up with you /  Seninle birarada durmaya çalışıyorum
 And I don't know if I can do it / Bunu yapabilecegimden emin degilim
 No I've said too much / Hayır,çok şey söyledim
 I haven't said enough / Yeterli söylemedim
 I thought that I heard you laughing / Senin güldügünü duydugumu sandım
 I thought that I heard you sing / Şarkı söyledigini duydugumu sandım  
I think I thought I saw you try /  Senin denerken gördügümü sandım 
 Every whisper / Her fısıltı 
 Of every waking hour I'm /  Her geçen saat 
 Choosing my confessions / Itiraflarımı belirliyor 
 Trying to keep an eye on you / Sana göz kulak olmaya çalışıyorum 
 Like a hurt lost and blinded fool / Aynen, yaralı kaybolmuş kör bir aptal gibi 
 Oh no I've said too much /  Oh,hayır çok şey söyledim
 I set it up / ayarladım 
 Consider this /  Bunu degerlendir 
 The end of the century / Yüzyılın sonu 
 Consider this / Bunu degerlendir 
 The slip that brought me To my knees failed / O beni dizlerimin üstüne düşüren kayganlıgı 
 What if all these fantasies / ne olurdu bu fantaziler 
 Come flailing around / Etrafta uçursa 
 Now I've said too much / Şimdi yeterli konuştum 
 I thought that I heard you laughing / senin güldügünü duydugumu sandım 
 I thought that I heard you sing / Şarkı söyledigini duydugumu sandım 
 I think I thought I saw you try / Senin denerken gördügümü sandım 
 But that was just a dream / Ama bu sadece bir rüyaydı  
That was just a dream / Bu sadece bi rüyaydı
..

Düşlerin Ressamı

Murat Yılmazyıldırım
Murat Yılmazyıldırım, Murat Çelik ile 1993 yılında Düş Sokağı Sakinleri adlı grubu kurdu ve ikili Düş Sokağı'nda birçok konser verdi. 2001 yılında son verdikleri konserlerden sonra Murat Çelik'in müziği bırakma kararından dolayı Murat Yılmazyıldırım müzikal yolculuğuna Düşlerin Ressamı ismiyle, yalnız başına devam etme kararı aldı. Bugüne kadar 1000'in üzerinde söz yazıp, beste yapan ve 12 albüme imza atan Murat Yılmazyıldırım ayrıca Kent Ozanları adı altında çıkarılan karma albüme çeşitli sanatçılarla birlikte kendine ait olan Ağladıkça isimli parçayla ve Homegrown Istanbul Vol.2 albümüne de Mercan Dede'yle birlikte Bilinmezin Elçileri adlı parçayla konuk olmuştur.





Düş Sokağı Sakinleri - Hüzün Kovan Kuşu

gözyaşına dök yağmuru 
düş uçacak bahara doğru 
yollara açılıp konuşacak 
mutlu edeceğim yokluğunu 

huyumdur hep ölürüm 
nice aşklara bölünürüm 
ayımdır hep tutulurum 
nice ışıkla korunurum 

hüzün kovan kuşu gelmiş 
gecenin yanağına konuvermiş 
ay tenli aşık şarkıma 
karşılık vermiş 

dışım içimden gelir 
yani gölgem kendimden 
aşktır ölümden güzel olan 
bak ve gör yaşam düşlerdedir 

huyumdur hep dirilirim 
nice dağlardan dökülürüm 
ayımdır hep kararımım 
nice öpüşle aklanırım 

hüzün kovan kuşu gelmiş 
gecenin yanağına konuvermiş 
ay tenli aşık 
şarkıma karşılık vermiş

11 Ekim 2011 Salı

Hala Haber Bekliyorum Senden



Mabel Matiz - Hala Haber Bekliyorum Senden



Söz: Sezen Aksu
Müzik: Arto Tunçboyacıyan

Hâlâ haber bekliyorum senden
Hâlâ haber bekliyorum senden
Yazık  birşey gelmiyor elden
Yazık  birşey gelmiyor elden

Şükür çocuklarımız büyüdü
Elleri ekmek tutar oldu
Bu yalnızlık aldı yürüdü
Gitgide sen oldu büyürken

İyi şeyler de olmadı değil
Aynı deryaya doğru bu seyir
Okçu’nun önünde saygıyla eğil
Bir selam yolla gittiğin yerden

Bu şarkılar şifa duaları
Bu şarkılar yıkar duvarları
Bu şarkılar dostluk sal’aları